Dedem ve Denize Dair...

Deniz kıyısı bir kasabada yaşamanın insana en büyük katkısı, denizle haşır neşir olabilmek hiç şüphesiz. Uyandığınızda güneşin parıltısını görmek masmavi sularda, yada fırtınalı bir sabahta, göğün öfkesini koyu gri, adam boyu dalgalarda. Denize bakıp Lodos'u, Poyraz'ı ayırt edebilmek, gelen giden gemilere bakıp hayal kurabilmek. Yada dibinde ne var acaba diye düşünebilmek. Gecenin karanlığında ilerleyen bir ışık görüp, oradaymışçasına, karanlığın ortasındaymışçasına heyecanlanabilmek.

İşte bu duyguları ve daha nicelerini gün be gün yaşayarak büyüdüğüm Değirmendere'de "Dedemin Dükkanı" gibi, çocukluk anılarımın merkezinde yer alan diğer birşey de dedemle balığa çıkışlarımız. Her ne kadar, 60'lı, 70'li yılların getirdiği, en yıkıcı haliyle sanayileşme hareketi, denizi yüzülemez hale getirmiş, birçok balığın soyunu tüketmiş ve insanları denizden biraz olsun soğutmuş olsa da, çocukluğumun denizle şekillenmesine mani olamıyor. Bunda en büyük katkı da gençliğinden beri balık tutmaya, denize açılmaya, yüzmeye meraklı olan dedem Selahattin Kaymak.

Çok küçük yaşlarda başlıyor denizle yakınlığım, belki 1.5 belki 2 yaşındayken kıyısında başlıyorum oynamaya. Kendi evimizin de dedemlerin evinin önü de kumsal. Özellikle bahar ve yaz aylarında hemen hergün kova kürek oynuyorum bu kıyılarda. Hava yeterince sıcaksa ayaklarımı denize sokup, şortumun izin verdiği ölçüde birkaç metre uzaklaşarak keşfediyorum sığ suları. Kimi zaman berrak sularda kuma basmanın huzurunu duyuyorum, kimi zamansa yosunların altından çıkabilecek yengeçlerin ürpertisini. Sık sık denizin hemen kenarına havuz yapıp içini suyla dolduruyorum, dalgalar yıkamasın diye de kalın duvarlar örüyorum. Bir yaştan sonra kardeşim de katılıyor bana bu güzel oyunlarda.

Fotoğraf 1: Evimizin önü, 2.5 yaşındayım.

Çok geçmeden denizin kıyısında oynayışlarımız çok daha heyecanlı bir aşamaya geçiyor. Dedemin sandalıyla denize açılmaya başlıyoruz. İlk kaç yaşımdayken başladı hatırlamıyorum; ama en az 10 yıl devam etti bu macera keyifle. 4 metre boyunda, Yalovadan alınışını bile hatırladığım ahşaptan bir sandalımız var ve dedemlerin evinin hemen önünde duruyor yaz boyu. Kışınsa fırtınadan etkilenmemesi için apartmanın arka bahçesine taşınıp güzelce örtülüyor. Her bahar, denize indireceğimiz günü bekliyorum sandalımızı dedemle. Ama önce güzel bir bakım yapılması lazım su almaması için. Nisan, mayıs gelip de havalar güzel gitmeye başlar başlamaz sandalımızı arka bahçeden apartmanın yan tarafına doğru taşıyıp ters bir şekilde tahta ayaklar üzerine oturtuyoruz. Sonrasında dedem önce eski boyaları kazıyor. Bu sırada, geçmiş yıllarda yapılan boyalar da yer yer gün ışığına çıkıyor katman katman ağaçların gövdesindeki yaş halkaları misali. Sonra da tahtalar arasındaki boşluklar güzelce macunlanıyor. Macun biter bitmez kahverengi zımpara kağıtlarıyla zımparalıyoruz macunun fazlasını ve prüssüzleşen sandalımız boya için hazır hale geliyor. Beni heyecanlandıran bir başka konu da o yaz hangi renge boyayacağımız. Genelde iki renk yapıyor dedem. Alt yarısı mavi, lacivert yada yeşil, üst yarısı ise genelde beyaz. Önce boyayı tinerle inceltip tahta bir sopayla karıştırıyoruz. Sonra da ufak fırçalarla en az iki kat vuruyoruz. Şimdi geriye baktığımda dedemin işlerini daha da zorlaştırdığıma emin olsam da, bütün bu işler sırasında ben de işlerin ucundan tutmaya çalışıyorum ciddi bir yardım yaptığımı zannederek. Dedem de yardımlarımdan gayet memnun görünüyor çünkü. Her zamanki sevecen haliyle, her daim "canım" diye biten cümlelerle anlatıyor işin inceliklerini.

Her yaz değil ama bazı yazlar yaptığımız bir şey daha var denize çıkmadan önce. O da sandalın denizde batırılıp birkaç gün bekletilmesi. Bu sayede tahtalar şişip iyice birbirlerine yapışıyor ve hemen her ağaç sandalın az yada çok yaşadığı su alma problemi önemli ölçüde azalıyor. Bu iş için dedem sandalla denize açılıp demirliyor ve tıpasını sökerek sandal tamamen batana kadar içinde bekliyor. Sandal yeterince su aldıktan sonra da yüzerek kıyıya geliyor. Bir kaç gün sonra da yine yüzerek sandalı kıyıya doğru getirip kovayla içindeki suyu boşaltıyor.

Son olarak sandalın kıyıdayken üzerinde duracağı iskelenin tamiri yada yeniden yapılması var. Bu iskele sayesinde hem sandalımızı daha kolay denize indirip denizden çıkarıyoruz, hem de olası fırtınalardan biraz olsun korumuş oluyoruz. Yeniden yaptığımız senelerde önce kazıklar çakılıyor balyozla. Sonra sandalın üzerinde duracağı kalın ağaçlar kazıkların üzerinde oturtulup kocaman çivilerle çivileniyor. En son da bu ağaçların üzerine yine ağaçtan, sandalın üzerinde gidip geleceği ray misali bir oluk monte ediliyor. Bu oluk gres yağıyla da yağlanarak kullanıma hazır hale getiriliyor.

Fotoğraf 2: Dedem, ben, kardeşim ve sandalımız.

Her sene hevesle başlıyorum balığa gitmeye. Her ne kadar yaz sonuna doğru bu hevesim biraz azalmış olsa da pek bıktığım söylenemez. En çok akşam üzerleri denize çıkmayı seviyorum. Hafta içi bazı öğleden sonraları telefonla dedemin dükkanını arıyorum ve dedemden akşam erken gelmesini istiyorum balığa gidebilmek için. Dedem de çok önemli bir işi yoksa "tabii canım" diyor ve başlıyorum onu beklemeye. Saat altıya doğru hazırlanıp sandalın yanına iniyorum. Örtüsünü kaldırıyorum, oltalarımızı ve kovalarımızı götürüyorum. Kendimce yapabildiğim hazırlıklar bittikten bir süre sonra da dedem Gölcük-Değirmendere minibüslerinden iniyor. İşte en güzel an bu. Hemen eve çıkıyor ve hazırlanıp aşağı iniyor. Bu sırada teyzem yada ananem balkonda duran kürekleri dedemle bana uzatıyor. İlk zamanlarda bu kürek taşıma işini hep dedem yapsa da sonraları ben yapmaya başlıyorum doğal olarak. Ve sıra geliyor sandalın denize indirilmesine. Önce iskeleyle bağlarını çözüyoruz sonra da dedem yoldan geçen bir iki kişiye "şuna bir el atar mısınız canım?" diyerek sesleniyor. 3-4 kişi "1, 2, 3" deyip aynı anda yüklenmemizle beraber sandalımız yavaşça kayarak iskelede ilerliyor ve çok geçmeden suyla buluşuyor. Sırayla sandala binip iskeleyi iterek kıyıdan ayrılıyoruz. Genelde balık için gittiğimiz iki farklı yer var. Ya mezgit tutmak için askeri bölgeye doğru ilerliyoruz, yada daha çok istavritin çıktığı Değirmendere vapur iskelesinin açıklarına doğru. Güzel havada 20-25 dakika kürek çekerek gidebiliyoruz balık tutmaya başlayacağımız noktaya. İlk zamanlar kürekleri sadece dedem çekiyor ikimiz yalnızken. Bir süre sonra ara ara küreklerden birine de ben oturmaya başlıyorum. Her ne kadar düzgün çekemesem de faydam dokunuyor. Biraz daha büyüdükçe dedemle sırayla çekmeye başlıyoruz kürekleri, biraz o biraz ben. En nihayetinde artık son yıllarda daha ziyade ben çekiyorum kürekleri.

Balık tuttuğumuz noktaya varır varmaz akıntıyla önce sürüklenmemek için sandalın baş tarafında duran demirimizi atıyoruz ve ipini de sıkıca bağlıyoruz. Kimi zaman demir hemen tutuyor ve sandalımızı akıntıya karşı sabitliyor. Kimi zamansa dibi tarıyor ve sandalımız da sürükleniyor. Böyle olunca demirin ipini uzun tutup daha kolay dibe tutunmasını sağlamaya çalışıyoruz. Hemen peşinden oltalarımızı denize indirmeye başlıyoruz. İstavrit tuttuğumuz günlerde çapari denen hazır tüylü iğnelere sahip oltalarımızı kullanıyoruz. Her oltada genelde 5 yada 7 tane var bu iğnelerden. Mezgit tutmak içinse öncesinden hazırladığımız midyeleri oltamıza takıp şansımızı deniyoruz. Mezgit tutmak biraz daha zahmetli dolayısıyla. Önce kıyıdaki kayalardan mümkün olduğunca büyük midyeleri topluyoruz. Sonra onları bıçakla açıp özenle etini çıkarıp uygun büyüklükte parçalara bölüp bir kartonun üzerine diziyoruz denizde oltaya takmak üzere. Denizde de gayet dikkatli bir şekilde yemlerimizi iğnelere takıyoruz denizde düşüp gitmesinler diye.

Bazı günler işler iyi gidiyor. Oltayı atar atmaz misina pırpır etmeye başlıyor. Heyecanla çekmeye başlıyoruz biz de. Bu sırada birbirimize "Geldi mi" diye de sormuyoruz uğursuzluk olup kaçmasın yolda diye. Kimi zaman bir tane balık gelirken 2-3 hatta daha fazlası aynı seferde geldiği de oluyor az da olsa. Bazı seferlerdeyse boş çekiyoruz tabii ki. Böyle günlerde birkaç kiloya kadar tuttuğumuz oluyor. Durum böyle olunca genelde bölüşüyoruz dedemle balıkları. Yarısını o götürüyor. Yarısını da ben götürüyorum eve gururla. Bazı günlerse bekle bekle balık gelmiyor yada tek tük yolunu kaybetmiş birkaç tanesi düşüyor sadece. Her balık çekişimizde dikkatle tutup iğneden çıkartıyoruz. Her ne kadar öldürecek de olsak iğneyi çok zarar vermeden, canını acıtmadan çıkartmaya gayret ediyoruz. Sonrasında da yarısına kadar suyla doldurduğumuz kovamıza atıyoruz balıkları. Genelde bir süre gayet güzel bir şekilde yüzüyorlar döne döne. Bir süre sonraysa suyun üzerinde hareketsiz kalmalarından anlıyorum öldüklerini. Kimi zamansa çok can çekişmesinler diye kovaya su koymuyoruz. Öyle olunca 1-2 dakikayı bulmuyor bu ait olmadıkları dünyaya direnişleri.

Biraz zor gelse de sabah erken saatte balığa çıktığımız da oluyor. Daha gün doğmadan buluşuyoruz dedemle. Saat kurup 5-5.30 gibi uyanıyorum bu günlerde. Zorla yataktan kalkıp hızlıca hazırlanıp hemen sandalın başında alıyorum soluğu. Dedem de geliyor hemen ve rasgele diyerek açılıyoruz denize. Böyle günlerin en sevdiğim yanı da güneşin ilk ışıklarıyla yola koyulup pırıl pırıl sabahı denizde karşılamak. Saat 9-10'a kadar denizde kalıyoruz sabah erken çıktığımız günlerde. Daha insanlar yeni yeni uyanırken de denizin verdiği moralle beraber eve varmış oluyoruz haliyle.

Tabii sadece balık tutmak için de çıkmıyoruz denize. Bazı günler sadece dolaşmak için çıkıyoruz sabah saatlerinde yada akşam üzerleri. Böyle günlerde annem, babam, kardeşim, teyzem ve ananemden bazıları da katılıyor bize. Kıyı kıyı çekiyoruz kürekleri genelde. Sahili izleye izleye gidiyoruz vapur iskelesine kadar. Genelde yanımıza da yiyecek bişeyler almış oluyoruz elbette. Kimi zaman börek, kimi zaman ekmek peynir, kimi zamansa sadece elma. Deniz acıktırır diye boşuna dememişler, evde yüzüne bakmadığım yiyecekleri denizde yemek de ayrı bir keyif.

Fotoğraf 3: Sandalla denizde, kardeşim ve kuzenimle.

Denizin benim çocukluğumda kirlendiğini ve yüzülemez hale geldiğini belirtmiştim. Ama yine de birkaç sefer sandalla açılıp yüzdüğümüz oldu. Aynen annemle teyzemin gençliklerinde yaptıkları gibi kıyıdan yeterince uzaklaşınca zamanında dedemin onlar için aldığı, sandala arkadan takılan merdiveni kullanarak girip çıkıyoruz denize kardeşimle. Hatta dedem yıllar içinde paslanmış merdiveni bizim için boyayıp hazır hale getiriyor. Ancak tedirginiz genelde denizde. Hem kıyıdan çok uzakta olup denizin dibini görememek bizi tedirgin eden, hem de hiç hazzetmediğimiz deniz analarının her an bize dokunabileceği gerçeği. Körfezin en sevmediğim yönünü de işte bu kimi zaman artıp kimi zaman azalsa da hiç tamamen ortadan kalkmayan deniz anaları. Hatta bazı dönemlerde normalde görülen 10-15 santim yarıçapa kadar büyüyenlerden farklı, 50-60cm boyunda ahtapot vari kolları olanları da gözlemliyoruz kıyıdan biraz korku biraz heyecanla.

Hemen her seferinde keyifli geçen sandal gezintilerimizin en bunaltıcı zamanlarıysa sıcak havalarda güneşin tepemizde olması. İşte böyle zamanlarda sık sık ayağımızı denize sokuyoruz ve saçlarımızı da deniz suyuyla ıslatarak biraz olsun ferahlamaya çalışıyoruz. Çok geçmeden de evin yolunu tutuyoruz elbette. Bir de bunaltıcı değil ama tedirgin edici zamanlar var. Biz her ne kadar denizin görece sakin olduğu zamanlarda açılsak da deniz bu saati saatine uymaz. Öyle zamanlar olabilir ki 5-10 dakika içinde kuvvetli bir lodos başlayıp sandalı devirebilecek şiddete ulaşabilir. Böyle durumlarda tabii hemen evin yolunu tutuyoruz. Sandalın burnunu yada kıçını dalganın geliş yönüne verip devrilme ihtimalini en aza indiriyoruz eve doğru yol alırken de.

Her güzel şeyin olduğu gibi Dedemle balığa çıkışlarımızın da bir sonu oldu. Zaman içinde dedem giderek yaşlandı, ben yatılı okula gittiğim için Değirmendere'de giderek daha az zaman geçirmeye başladım ve birgün sandalımız kıyıdan bir daha dönmemek üzere uzaklaştı...

Şimdi geçmişe dönüp baktığımda en özlediğim şey, sandalda dedemle yaptığımız sohbetler hiç şüphesiz... Daha doğrusu dedemin anlattığı kimi zaman hikayeler, kimi zaman hayat tecrübeleri, kimi zamansa mırıldandığı türküler... Sandalda geçirdiğimiz saatler boyunca dinlerdim dedemi keyifle. Çubuklu'da yaptığı askerliğinin anılarını, hala bayram kartı atan askerlik arkadaşlarını, Sultanahmet'teki evlerinden Değirmendere'ye gelişlerini, babasının ud çalışlarını, berberlik zamanlarını, sandalla karşı kıyıya geçişini, ortaokulun "arka kapısından" çıkışını, kitapçı dükkanını açışını ve daha nice hatırımda kalmayan tecrübelerini. Bunların yanında, kişiliğimi büyük ölçüde şekillendiren, çok değerli nasihatlerini...

Bugün de, denizi olan bir şehirde yaşıyor olmaktan duyduğum mutluluğu, yelken yaparken aldığım keyfi, Kadıköy-Beşiktaş vapurunda hissettiklerimi, mavi tura çıkma arzumu ve daha nice güzel duyguları biraz da o günlere borçluyum sanırım...

Dedemin sesinden bugün bile kulağımda "uşaklar siya siya"...

Giray Kömürcü

Şubat 2013 - İstanbul

 

Hürriyete Doğru

Gün doğmadan

Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola

Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında

İçinde bir iş görmenin saadeti

Gideceksin

Gideceksin ırıpların çalkantısında

Balıklar çıkacak yoluna karşıcı

Sevineceksin

Ağları silkeledikçe

Deniz gelecek eline pul pul

Ruhları sustuğu vakit martıların

Kayalıklarındaki mezarlarında

Birden

Bir kıyamettir kopacak ufuklarda

Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin

Bayramlık seyranlar mı dersin, şenlikler cümbüşler mi

Gelin alayı, teller, duvaklar, donanmalar mı

Heeeey

Ne duruyorsun be at kendini denize

Geride bekleyenin varmış aldırma

Görmüyor musun her yanda hürriyet

Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol

Git gidebildiğin yere

Orhan Veli Kanık

Selahattin Kaymak 1927- 2011

1927'de Sultanahmet-Cankurtaran'da doğmuştur. 1940'ların başında ailesiyle beraber İzmit'in Değirmendere beldesine taşınmış ve burada yaşamaya başlamışlardır. 1950'de Fatma Özdemir ile evlenmiştir. Kitapçı dükkanını kapattığı 1994 yılından vefat ettiği 2011 yılına kadar Değirmendere'deki evinde eşi ile beraber emeklilik hayatı yaşamıştır. 2 çocuk, 3 torun sahibidir.

Allah Rahmet Eylesin, Mekanı Cennet Olsun İnşallah. Ruhuna Fatiha...

Fotoğraf 4: Dedem, Ananem ve Ben

w w w . g i r a y k o m u r c u . n e t

Bu sitede yer alan materyallerin tüm hakları Giray Kömürcü'ye aittir. İzinsiz kullanılamaz.