DEDEMİN DÜKKANI

Sevgili Dedeme... Herşey için...

Öncesi...

Hemen her sabah, İzmit’e giden çoğu erkek onlarca işçiyi ve lise öğrencisini taşıyan vapur saat sekiz olmadan Değirmendere Çınarlık Meydanının aşağısındaki iskeleye yanaşır ve sabah sabah meydanı hareketlendiren yolcularını aldıktan sonra ağır ağır İzmit’e doğru yola çıkardı. İşte tam da bu saatlerde Yalı mahallesindeki evinden çıkıp, hızlı adımlarla Çınarlık Meydanındaki berberhanesini açmaya giden Selahattin Usta, yol boyu vapura yetişmeye çalışan tanıdıklarla selamlaşarak, komşu esnafa hal hatır sorarak ilerler, İstanbul Berberhanesinin üst bölümü camlı, koyu kahverengi, ahşap kapısını besmele ile açarak bereketli olacağını umduğu güne başlardı.

Daha henüz 13 yaşındayken babası Mehmet Kaymak’ın yanında, o zamanlar Karaköy Bankalar Caddesindeki İstanbul Berberhanesinde, çıraklıkla başlamıştı mesleğe. Ve o günden bugüne tam 26 yılını 3 yılı da askerde olmak üzere berberlik yaparak geçirmişti. Uzun yıllardır babasıyla beraber Değirmendere kasabasında çalıştırdıkları İstanbul Berberhanesi tüm ailenin hala tek geçim kaynağıydı. Selahattin Usta eşi Fatma ve iki kızının rızkını çıkardığı bu berberhanede güne erken başlar, akşam da dükkanı kapar kapamaz evine yollanırdı. Kahvehanelerde zaman öldürmek gibi bir alışkanlığı yoktu. Ne kadar arkadaşları çağırsa da gitmez, kağıt, okey gibi oyunlara ilgi duymaz, bilmezdi. Arada sırada iskeleden yada sandalla açılarak balık tutmayı severdi sadece. Tabii bir de komşu esnafla yaptığı tavla maçlarını... Öğle yemeklerini de o günlerde herkesin yapa geldiği üzere sefer tasıyla dükkana getirip babasıyla yer, yada öğle vakti oldu mu babasıyla dönüşümlü eve giderdi. Müşterinin olmadığı zamanlardaysa meydanda voleybol yada futbol oynayan gençleri izlerdi Selahattin Usta... Vakti gelir gelmez namazını yere koyduğu tahta üzerinde kılar, saat başlarında radyodan ajansı dinler ve de arkadaşlarıyla sohbet ederdi... Dükkanın gelen gideni de eksik olmazdı doğrusu, sadece traş olmak isteyenler değil, Selahattin Usta ve babasının hoş sohbetini, güler yüzünü bilenler de sık sık uğrar berberhaneyi sessiz bırakmazlardı.

İşte bu İstanbul Berberhanesinin bulunduğu Çınarlık Meydanı da, vapur iskelesinin hemen yukarısında, yüzlerce yıllık ulu çınarlarla kaplı büyükçe bir alandı. Denize yakın tarafında Selahattin Ustanın kayınpederi Yaşar Özdemir’in kahvehanesinin, uzak tarafında ise jandarma karakolunun bulunduğu bu meydan, artık 1960’larda buralardan kaybolmaya yüz tutan köy düğünlerine de çok uzun zaman ev sahipliği yapmıştı. Çevresinde yöre esnafının dükkanlarının bulunduğu bu alan, fırını, bakkalı, kasabı, berberi, kahvesi, terzisi, kundura tamircisi ve hemen yukarıda kurulan pazarı ile halkın evden çıktığı zamanların büyük bölümünü geçirdiği keyifli bir alandı. Ustanın da hemen hergünü işte bu alanda geçmekteydi uzun zamandır.

Ev hayatı bakımından da şanslıydı usta. 1950’de tam da Adnan Menderes’in başa geçtiği dönemde evlendiği kahveci Yaşar’ın kızı Fatma ile evliliklerinin 16. Yılını sürmekteydiler. Evliliklerinin ilk yıllarından beri yokluk çekmişler, bir süre Selahattin’in baba evinde yaşadıktan sonra rahat edemeyip kiraya çıkmışlardı. Bundan sonra da sık sık ev değiştirmek zorunda kalmışlar, bir kiradan bir başka kira eve taşınmışlar ancak yine de mutsuz, huzursuz olmamışlardı. 1955 kışında dünyaya gelen ilk kızları Hülya (aşağıdaki resimde ortada) artık büyümüş, ilkokul son sınıfta başarılı bir öğrenci olmuştu. Ustanın küçük kızı Rüya da o yıl 7 yaşına basmış, artık ablası gibi okula başlayacak olmanın heyecanını taşımaktaydı. Aslında 4 çocukları olmuştu evliliklerinin ilk 9 yılında. İlk evlatlarını doğum sırasında kaybetmişler ve bir daha evde doğum yapmamaya, uzak ta olsa bundan sonraki çocuklarında İzmite Hastaneye gitmeye karar vermişlerdi. Buna rağmen 3. Çocukları da evlat acısı yaşatmıştı onlara. Yine de isyan etmemişlerdi Allah’a. İçlerinde bu acıları taşısalar da, kızlarının sağlığına şükretmişler, onların iyi yetişmeleri için ellerinden geleni yapmışlardı.

Resim 1: Fatma - Selahattin Kaymak 1950

Resim 2: Selahattin-Hülya-Fatma Kaymak

Aslında o dönemde hemen her Anadolu kasabasına hakim olan yoksulluk ve ekonomik zorluklar Değirmendere’de de farklı değildi. Daha TRT’nin yayınlarına başlamadığı, Boğaz köprüsünün temellerinin dahi atılmadığı, Anadol’un yollara çıkmadığı bu dönemler, Adalet Partisinin iktidarı, Süleyman Demirelin Başbakanlığı ve İsmet Paşanın ortanın solu tartışmalarıyla geçmekte, halkın ekmek kavgası da her daim olduğu gibi olanca hızıyla sürmekteydi. İşte bu koşullarda 1966 yılına gelindiğinde bir süredir aklını kurcalayan mesele biraz daha gün yüzüne çıkmıştı Selahattin Ustanın. Artık bu dükkan yetmiyordu aileye. Küçük yerdi Değirmendere, ne de yapsalar kazançları sınırlıydı sonuçta. Hem bu dükkana tıkılıp kalmanın, 26 yıldır yaptığı bu işi Allah ömür verirse bir 30 sene daha yapmanın da çok alemi yoktu. Elbette biraz riskliydi baba mesleğini bırakmak, yeni işi de tutmayabilir, çıkayım derken batadabilirdi şüphesiz. Ama artık eşi Fatma’nın da desteğiyle denemesi gerektiği düşüncesi iyiden iyiye yerleşmişti kafasına. Yapacağı işi bile kararlamıştı son günlerde. Gölcük’te kitap, kırtasiye dükkanı açacaktı. Hem okula giden çocukların, hem Gölcük Deniz Üssünde askerlik yapan delikanlıların, hem de tersane işçilerinin her türlü ihtiyacına cevap verebilirdi mütevazi bir dükkanla. Hele güzel de bir yer bulabilirse kiralık, keyfine diyecek olmazdı.  Ne de olsa para ticaretteydi. Evet evet yapmalıydı bu denemeyi...

Dalgalı bir deniz, gökyüzünde dolaşan yağmur bulutları, iskeleye doğru yalpalaya yalpalaya ilerleyen vapuru bekleyen insanlar. İşte böyle soğuk, sevimsiz, gri bir kış günü sabahında, konuyu babasına da açmaya karar vermiş olmanın verdiği tedirginlikle ağır adımlarla ilerledi dükkana. Bir yandan hemen söyleyip kurtulmak istiyordu aslında bu yükten. Alacağı cevaptan korkuyordu lakin. Kararlı da olsa yeni bir iş fikrinde, kırmak, üzmek de istemiyordu babasını. Ve kırılacağı sözler duymak da tabii... Bağırıp çağıran, yeri göğü inleten bir yapısı yoktu gerçi babasının. Sakin, kibar adamdı, ancak bu gönül yarası açamayacağı anlamına da gelmiyordu elbette. İşte en çok da bu ihtimal korkutuyordu Selahattini 40 yaşına merdiven dayamışken. Kırgın hale gelmek istemiyordu kimseyle.

Neyseki korktuğu başına gelmedi Selahattin Ustanın. Hoşuna gitmese de durum babasının, bu yaştaki oğluna kötü bişey de söyleyememişti işte. Biliyordu ki öyle yada böyle kabullenmekten başka bir yol yoktu sonuçta. Haksız da sayılmazdı hem çocuk. Daha iyisini yapabilecekken aza razı olmasını isteyecek değildi oğlundan. “Allah yardımcın olsun” dedi sonunda. “Allah yardımcın olsun...”.

Dükkan Açılıyor...

Kararın kesinleşmesiyle hızlıca hareket etmeye başladı Selahattin Usta. İşe karar verdiğine göre sırada uygun bir dükkan bulmak vardı ki, bu işin en önemli noktasıydı aslında. İşlek bir yerde olmalıydı şüphesiz. Kitap, kırtasiye satacağına göre okullara da yakın olmalıydı bir yandan. Gölcükte fotoğrafçılık yapan kardeşi Latif uygun bir dükkan önerdi kısa zaman sonra. Kendi dükkanı Foto Oskar’ın 2 yan dükkanıydı kiralık olan. Çok büyük sayılmazdı, ama yeri tam istediği gibiydi Selahattin Usta’nın. Hem Kız Olgunlaşma Enstitüsünün hem de Piri Reis İlkokulunun karşısında, askerlerin ve tersane işçilerinin kullandığı, askeri bölgenin en işlek kapısı olan B kapısının da hemen yanındaydı. Daha iyisini bulması olası değildi Gölcükte, karar vermesi kolay oldu böylece. Açılışa kadar yoğun bir çalışma onu bekliyordu artık. Dükkanın tadilatı yapılacak, gerekli raflar ısmarlanıp monte edilecek, dolaplar yaptırılacak, isim bulunup tabela yazdırılacak ve en önemlisi de dükkanın içi doldurulacaktı. Biraz birikmişi vardı Selahattin Usta’nın tüm bu işler için, üstünü de borç harçla da olsa dükkanın eksiklerini tamamlamayı başardı Allahın izniyle. Gerçi tıklım tıklım mal dolu değildi kitapçı, ama başlangıç için hiç de fena sayılmazdı. Son olarak ismin de bulunmasıyla “Enstitü Çeşit Pazarı” Kaymak ailesinin yeni umudu olarak 20 Mayıs 1966’da, besmele ile açıldı (Resim 3).

Resim 3: Dükkanın Açılışı

Çok geçmeden hata yapmadığını anladı Selahattin usta, hem askeriyenin hem de okulların etkisiyle işleri iyi gidiyor, dükkanın adına yakışır bir şekilde giderek daha fazla çeşit malla rafları dolduruyordu. Bir süre daha kirada oturduktan sonra 1972 yazında ilk evlerini, 1 ay sonra da ikinci evlerini aldılar, iki kızları vardı ne de olsa. Henüz paradan 6 sıfırın atılmadığı bu dönemde toplamda 310000 lira ödemişlerdi iki eve. Bu süreçte eşinin de katkısı büyüktü ustaya. Sadece moral desteği ile değil, askerlere satılacak elişi hediyelik eşyalar yaparak da katkı sağlıyordu Fatma. Mesela renkli tüllerden yaptığı çiçeklerle süslenen kutular her askerin sevdiğine yollamak istediği bir hediye olmuştu o yıllarda. Bunun yanında ara ara kocasıyla beraber İstanbul Tahtakaleye mal almaya da gidiyordu. Özellikle ilerleyen yıllarda ilk arabaları Murat 131’i aldıkltan sonra gecenin bir vakti yola çıkıp, neredeyse güneşin doğumuyla beraber toptancıları gezmeye başlıyorlar, aldıklarının bir kısmını arabaya yüklüyor, bir kısmını da ambara verip dükkana yolluyor, akşam da yine arabalarıyla dükkanın yolunu tutuyorlardı. Hatta bir keresinde ölümden dönmüşlerdi İstanbula mal almaya giderken.

1980’lerin başıydı, ilk arabaları Murat 131’i birkaç yıl önce almış, dükkan için mal almaya arabayla gitmeye başlamıştı Selahattin usta. Ayda bir yada iki ayda bir gerçekleşen bu yolculukların bazılarına Fatma da gidiyor beyini elinden geldiğince yalnız bırakmamaya çalışıyordu. Yine böyle bir sefer sabaha karşı çıktılar yola Değirmendereden, bir buçuk saat kadar yol aldıktan sonra Gebze yakınlarında sabah namazı vaktinin girmesiyle beraber arabayı bir benzinliğin hemen ilerisinde geniş bir alanda sağa çekip farlarını da açık bırakıp arabanın birkaç metre önünde sabah namazını kılmaya durdular. Henüz 1 dakika bile geçmemişti ki önce acı bir fren sonra da büyük bir gürültüyle sarsıldılar. Allahtan arablarına arkadan çarpan kamyonun şoförü son anda uyanmış ve frene basabilmişti. Yoksa namazda, kendi arabalarının altında ölümü tatmaları işten bile değildi.

Ve Ben...

İşte bu dükkanla, dedemin dükkanıyla ilgili ilk anılarım da henüz anaokuluna gittiğim zamanlarda başlıyor. O dönemde uzak bir yer dedemin dükkanı, her ne kadar gittiğim ana okulu tam dükkanın karşısındaki Kız Meslek Lisesinin anaokulu da olsa, her gün külüstür bir servisle önünden geçtiğim dükkan, henüz sahiplenemediğim bir yer. Ara ara annem okula geldiğinde uğrasak da dedemi ziyarete, henüz içimde yer etmemiş nedense. İlkokula başladığım 1988 yılından sonra ise orası dedemin dükkanı oluyor tam manası ile ve güzel çocukluk anılarımın merkezinde yer almaya başlıyor.

3 basamaklı beton bir merdivenden çıkarak giriliyor dükkana. Bu kapının tam üzerinde de dükkana gelmeye başladıktan uzun süre sonra farkettiğim, tozlu, solmuş, mavi zemine yazılmış yazılarla Enstitü Çeşit Pazarı tabelası yer almakta. Dükkanın cephesinin tam ortasında yer alan bu dar kapının sağında ve solunda ise beyaz aliminyum çerçeveli, çeşit çeşit ürünlerin sergilendiği vitrinler gelip geçenlerin dikkatini çekmeye çalışıyor. İşte bu vitrinlerin tam ortasında, cama ıslatılarak yapıştırılmış çeşit çeşit sigara paketleri göze çarpıyor. Daha çok tersane işçilerinin rağbet ettiği bu paketlerden 8-10 tanesi süslüyor vitrinleri. Hemen bu sigara paketlerinin altında vitrinin bir ucundan bir ucuna gerilmiş bir ipe asılı çeşit çeşit, şık dolma kalemler bekliyor alıcılarını. Biraz daha uzunca bakıldığında vitrinin yeşil karton kaplı zemininde yer alan milyon çeşit oyuncak göz alıyor hemen. Her daim en cafcaflı sakini de uzaktan kumandalı spor bir araba bu oyuncakların. Sık sık hangi babanın alıp çocuğuna götüreceğini düşünüyorum o arabayı. Sonrasında özellikle ilk okul çocuklarının gözdesi misketler dizili sıra sıra vitrinin biraz gerisinde. Kücük cam olanlardan tutun da kemiklere, büyüklere birçok misket aklını çelmeye çalışmakta çocukların. Vitrinlerden birinde bol bol kitap da var. Özellikle hikaye kitapları ve romanlar sergilenmekte meraklı okuyucuların dikkatine. Bir yandan da tombalasından kızma biraderine, amiral battısına aile oyunları sıralanmış üstüste. Rengarenk ışıklar da var tabii vitrinlerin dört bir yanını dolaşan. Gündüz sönük de olsalar, yılbaşı süsü olarak kullanılan bu ışıklar akşam oldu mu başlıyorlar yanıp sönmeye ve her gelip geçenin dikkatini vitrinin bir köşesine çekmeye...

Resim 4: Dedem ve Ben

İşte bu vitrinlerin önünden geçip 3 başamağı da çıkıp içeri girdiğinizde ilk gözünüze çarpan birkaç metre ilerideki kahverengi boyalı, ağaçtan yapılmış, bele kadar gelen, üstü ve ön tarafı camlı bir tezgah. Öyle bir tezgah düşünün ki üstü hınca hınç dolu. Neler yokki bu tezgahın üzerinde... Karşıdan baktığınızda en solda yazar kasa duruyor haşmetli bir şekilde. Çoğu alışverişten sonra aynı ritmik sesi çıkaran bu emektar makina günboyu çalışıyor. Yazarkasanın yemen yanında genelde not alma yada hesap kitap yapmada kullanılan ufak boş bir alan. Tabii boş dediysek sık sık veresiye defteri, not kağıtları ve kullanılan tükenmez kalemler doldurmakta bu alanı. Bu bölümün hemen sağındaysa her çeşit sakızın yer aldığı dizi dizi rengarenk kutular, ufak plastik poşetlerde sıkılarak patlatılan renkli kolanyalar, yine her çeşit silgi ve kurşun kalem bulunmakta...

Vitrinin üstü kadar içi de dolu olmuştu her zaman. Üstteki camekanlı bölmede tükenmez kalemler, şık kutularıyla beraber Scrikss dolma kalemler, ilkokul öğrencilerinin resim ve elişi derslerinde kullandığı renkli saplı küçük makasler, ufaklı büyüklü not defterleri bu bölmenin devamlı sakinlerinden. Bir alttaki bölme ise özellikle okulların ilk açıldığı dönemlerde rağbet gören fasülyeler, sayı çubukları, abaküsler gibi okul gereçleri ve yeni gelen askerlerin ihtiyaçlarıyla tıka basa dolu.

İşte dükkana geldiğimde dedemi gördüğüm yer de genellikle bu tezgahın arkası. Müşterilerle ilgilenirken, fiş kesip para alırken yada hesap kitap yaparken hep bu vitrinin arkasında, yerden gelen soğuğu kesmesi için döşenmiş tahta paletlerin üzerinde dikiliyor dedem. Ve birçok zaman tabii ben de yanındayım orada. Her ne kadar ilk zamanlar boyum zar zor yetse de arkasından dükkanı, müşterileri görmeye, bir süre sonra yazar kasanın arkası dükkanın ev sevdiğim, kendimi en adam gibi hissettiğim yerlerinden biri oluyor.  

Hemen bu tezgahın arkası yine tavana kadar raflarla kaplı. Bu bölümün en sağına 1 ortalı incecik olanlardan 12 ortalı en kalınlarına kadar, çizgilisinden karelisine, küçük boydan harita metot defterlerine onlarca çeşit defter dizilmiş durumda. Tabi o dönemde henüz spiralli defterler çıkmamış piyasaya, bir onlar eksik dolayısıyla. Orta bölüme henüz dijital fotoğrafların, basılı fotoğrafların önüne geçmediği dönemin en önemli ihtiyaçlarından, her evin olmazsa olmazı rengarenk parlak kartondan kapaklarıyla fotoğraf albümleri göz alıcı bir şekilde yerleşmiş. Yine bu bölümde çizgili-çizgisiz dosya kağıtları, öğrencilerin her renginden istediği elişi kağıtları ve hediye paketlemede kullanılan fiyonklar ve kurdeleler sıkış tıkış ta olsa kendilerine yer bulmuşlar. Başınızı biraz kaldırdığınızdaysa masa tenisi raketleri ve o dönemin popüler aile oyunlarından Milyoner ve İpucu gözünüze çarpmakta.

Kitapçı dükkanının asıl sahipleriyse kitaplar şüphesiz. Henüz devlet dağıtmıyor kitapları o dönemde öğrencilere. Her okul kendi belirliyor okutacağı kitapları. Durum böyle olunca da bir dersin belki 4-5 çeşit kitabı yer alıyor raflarda. İşte dükkanın sol duvarı her dersin her sınıfın çeşit çeşit ders kitaplarıyla dolu. Alt raflarda genelde çok sık satılan, üst raflardaysa daha az satılan kitaplara yer verilmiş. Raflara yatay vasiyette üstüste dizilen bu kitapların önlerine birer adet de dikey konuyor rahatça görünsün diye. Üst raflara kitap yerleştirmeyi ve o raflardaki kitapları indirmeyi sağlayan ağaç merdiven de bu raflara yaslı vaziyette duruyor genelde. Bu duvarın en alt bölümündeyse ince hikaye kitapları var renk renk. Ömer Seyfettin’den, Jules Verne’e, Kemalettin Tuğcu’dan, Charles Dickens’a sık sık sayfalarını karıştırdığım, zaman zaman eve götürüp okuyup geri getirdiğim bir sürü kitap okuyucusunu bekliyor. Bu duvarın köşesi de yazları plastik toplarla dolu bir file tarafında işgal ediliyor. Genelde çocukların gelip top seçtiği, şöyle bir havaya atıp “bu yumurtaymış amca, başkasını alıcaz” deyip geri attığı bu file sık sık dolup sık sık boşalıyor...

İşte bu kalabalık ve eğlenceli dükkanın tasvir etmediğimiz son bölümü de girdikten sonra sağda kalan camekan ve hemen arkasındaki raflar. Bu bölümde yer alan camekan da giriş kapısının tam karşısında olan gibi ağaçtan, kahverengi boyalı ve bölmeri camlı. İçi de diğeri gibi tıka basa dolu. Kalem kutuları, okula yada dershaneye giderken öğrencilerin koltukaltlarında taşıdığı klasörler, Kız Meslek Lisesi öğrencilerinin kullandığı kumaş boyaları ve yağlı boyalar, ilk okul öğrencilerinin vazgeçilmezi, 6 renklisinden 18 renklisine kadar her boy sulu boya takımları, fırçaları ve beyaz plastikten yapılmış, kırmızı saplı resim çantaları bu camekanın içinde kendine yer tutmuş. Hemen bu camekanın arkasında da az bir boşluk ve sonrasında yine tavana kadar yükselen rafların en hacimli sakinleri okul çantaları. İçleri gazete kağıtlarıyla doldurularak daha da bir gösterişli ve alımlı hale getirilen bu çantalar daha çok üst raflarda yer alıyor. Bu bölümün en çok rağbet gören ürünü ise hiç tartışmasız sigaralar. Maltepe olsun, Birinci olsun, Marlboro olsun her çeşit sigaradan birçok paket üstüste diziliyor ve her çeşitten birer adet bu yığının önüne dik vaziyette yerleştiriliyor. Öndeki bu paketlerin arka bölümünde ise açılmamış kartonlar istiflenmiş üstüste. Defter ve kitap kaplamada kullanılan kap kağıtları, resim kağıtları ve patron çıkarmak için kullanılan yağlı kağıtlar da sigaraların hemen sağına dizilmiş durumda. Asker evrakları, bonmarşeler, çarşı izin defterleri, traş köpükleri, ayakkabı boyaları da benzer birçok ıvır zıvırla beraber vitrine en yakın bölümü doldurmakta. İşte bu bölümün bahsedeceğimiz son demirbaşı, yani satılık olmayan misafiriyse artık her eve girmeyi başarmış, günümüzdeyse neredeyse yokolmaya yüz tutan çevirmeli bir telefon.

İşte size kısaca anlatmaya çalıştığım bu dükkanla ilgili hatrımdaki en eski kırıntılar her gidişimde ayrı ayrı duyduğum güzel heyecanlar. Henüz dedemin dükkanı diye sahiplenemediğim 6-7 yaş dönemlerinde annemle gidiyoruz hep dükkana. Anaokulu çıkışı hemen caddenin karşısına geçip dedemi görüyoruz, biraz durup ayrılıyoruz. İlkokula başlamamla beraberse dükkana gitmek için heyecan duymaya başlamışım. Keşfetmişim dükkanın benim için eğlenceli ve heyecanlı, dedemin de dünyanın en sevecen ve en iyi dedesi olduğunu. Genelde yazın gitmeyi çok istediğimde annem önce dedemi arıyor, dükkan müsaitse de beni Gölcük minibüslerine bindirip ineceğim yeri de şöföre tembihliyor. Dükkanın 10-20 metre gerisindeki durakta iniyorum dükkana giderken. Ve her seferinde ya dedem, ya da yardımcısı Nilgün durakta bekliyor oluyor beni. Koşuşturuyorum dükkana iner inmez Nilgünün elinden tutarak. Biraz büyüdükten sonraysa gerek kalmıyor tabii kimsenin beklemesine. Akşamları da yine Nilgün bindiriyor beni minibüse eve giderken dükkanın biraz ilerisinden. Bazı akşamlar da dükkanı beraber kapıyoruz dedemle. Dükkanı kitledikten sonra Murat 131’imize biniyoruz ve yavaş yavaş Değirmendereye doğru yola koyuluyoruz.

Özellikle ilk zamanlar dedemin dükkanında en çok zamanımı alanlar çeşit çeşit oyuncaklar. 6-7 yaşlarında bir çocuğu oyalamanın en kolay yolu vitrinden beğendiği oyuncaklarla oynamasına fırsat vermek olduğundan olsa gerek dükkandaki zamanımın önemli bir bölümü oyuncaklarla oynayarak geçiyor ilk yıllarda. Misketleri diziyorum tezgahın üstüne sıra sıra. Başa büyükler sonra kemikler sonra da küçük cam olanlar. Ve uzaktan vurmaya çalışıyorum en sevdiğim büyük misketimle. Yerde oynamıyorum ama asla, kirlenir satılmaz sonra misketler, dükkan ekonomisini de düşünüyorum her daim. Yine de sık sık bir ikisini evdeki koleksiyonuma ekliyorum tabii büyük bir zevkle dedemden aldığım izinle. Misket oynamak canım istemiyorsa ufak arabaları yarıştırıyorum yine tezgahın üstünde, hiç zarar vermemeye dikkat ediyorum ama, onlar satılacak çünkü, zaten evde bir sürü var.

Eğer çok sıkılmışsam soldaki raflara asılı fileden bir top kapıp annemin mezun olduğu Kız Meslek Lisesi’nin bahçesine top oynamaya gidiyorum tek başıma. Çok uzun sürmüyor tabii ki bu oyun da. Hem futbol sevmiyorum, hem de gidip birileriyle arkadaş olayım da maç yapalım filan gibi bir düşüncem olmuyor. O kadar sosyal olamadım hiçbir zaman. Yalnız bazen bahçeye komşu askeri bölgede nöbet tutan askerler sesleniyor bana. Hep yiyecek birşeyler istiyorlar benden. Ya simit alıyorum onlara ya da bisküvi. Çoğu zaman biraz da fazladan para verip kendime de bir simit almamı istiyorlar. Kimi zaman alıyorum kendime de bir simit. Çoğu zamansa onların daha zor durumda olduğunu düşünüp aynen iade ediyorum para üstünü. Davranışlarındaki ürkeklikten, tedirginlikten, sağı solu kolaçan ederekten benimle sessizce konuşmalarından yaptığımızın suç olduğunun da farkındayım aynı zamanda. Çaktırmadan götürüyorum aldıklarımı. Yakalanmıyoruz bu suç ortaklıklarının hiç birinde neyseki. O dönemde onlara yardım etmek bana zor da gelse, içimden “yine yakalandım” diye de geçirsem beni çağırdıklarında, özellikle askere gittikten sonra anlıyorum yaptığımın değerini. Benim için çok küçük bir işin onlar için büyük bir moral olduğunun farkına ancak kendim de asker olunca varabiliyorum. Ve gecenin karanlığında nöbet tutarken iyi ki yardım etmişim diyorum. İyi ki yardım etmişim...

Her zaman değil ama arada sırada dükkandaki oyuncakların en cafcaflısıyla da oynama lüksüne sahibim. Uzaktan kumandalı büyükçe bir araba işte her daim en sevdiğim oyuncak. Genelde dükkana yeni geldiği zamanlarda oynuyorum onunla bir yada iki kez. Sonra o satılıyor yenisi gelince yeni bir heyecan başlıyor benim için. Oyuncaklardan lafa girmişken dedemin de hakkını yememek lazım. Oyuncaklarla oynamama, her daim izin vermesinin yanında ikimiz de oyun oynuyoruz sık sık. Hatta teyzem de dükkandaysa üçümüz. İsim Şehir en sevdiğimiz oyunlardan mesela. İlkokulun sonlarına doğruysa artık bu oyuncak oynama döneminden sıyrılıyorum yavaş yavaş. Mal alma, satış yapma, para kazanma heyecanına kaptırıyorum kendimi. Bir de kitapların büyülü dünyasına...

Birkaç yıl süren oyuncak oynama döneminin sona ermesiyle kitaplara doğru kayıyor ilgim. Bu müthiş bir fırsat şüphesiz. İstediğim kitabı alıp okuyup geri getirme ayrıcalığım var dedemin dükkanında. Zarar vermemek şartıyla elbette. Belki o günlerin de etkisiyle kitaplarımın tek bir sayfasına bile zarar gelsin istemem bugün de. Bırakın satırların altını üstünü çizmeyi, masaya koyduğumda kapağının kendiliğinden hafifçe yükselmesi bile rahatsız eder adeta. Okuduktan sonra bile okunmamış gibi güzel kalsınlar isterim. Kitabın kapağını arkaya kıvırıp tek elde okuyanlara, nerede kaldığını hatırlamak için sayfalarını kıvıranlara, zevk için sağını solunu karalayanlara yada kitabı paçavra gibi sağa sola atanlara sinirlenirim içten içe, anlam veremem bu davranışlarına. Acırım onların kitaplarına. Neyse en güzel yanı istediğim kitabı okuyabilmek dediğim gibi dükkanda olmanın artık. O dönem beni en çok heycanlandıran yazar Jules Verne açık ara. Her bir sayfasında ayrı bir heyecan duyduğum, muhtemelen okuyan her çocuğun hayallerini süsleyen bir macerayı anlatan “İki Yıl Okul Tatili” kitabıyla başlayan Jules Verne tutkum azalmaksızın devam ediyor her bir kitabını okudukça. Bir yandan “Denizler Altında 20000 Fersah”taki Nautilus’te olmak, okyanusları dolaşmak var aklımda. Bir yandansa “Arzın Merkezine Seyahat” gezi planlarım arasında.

Dükkanda olmayı şiddetle istediğim günler var bir de. Öncesinde hemen hergün dedeme zamanını sorduğum, o zaman gelir gelmez beni çağırmasını tembihlediğim, gelmelerini iple çektiğim günler bunlar. İşte şimdi dönüp bakınca bile aynı heyecanı kalbimde hissettiğim bu günleri önemli yapan, koliler dolusu yeni malın dükkana gelmesi. Dedemin Tahtakale’ye mal almaya gitmesiyle beraber bu heyecan sarıyor beni istisnasız her seferinde. Çünkü biliyorum ki her ay yada iki ayda bir gerçekleşen bu yolculukların herbirinden sonra, dedemin alıp Eminönü’nden ambara verdiği bu çeşit çeşit mallar ve tabii oyuncaklarla, kitaplar dükkana gelecek ve ben onlarla anında tanışma fırsatı bulacağım, keyifle raflara dizme şansını yakalayacağım. Yalnız bir problem var. Ambarın geleceği gün tam olarak belli değil o yıllarda. 2-3 günden birinde geleceği kesin gibi ama hangisinde. İşte o günler bir şekilde benim okulda olmadığım günlerden birine rastlarsa mümkün olduğunca erkenden dükkana atıyorum kendimi. Eğer olur da gün şaşarsa ve koliler ben dükkana gitmeden gelmişlerse beni beklesinler diye yalvarıyorum adeta ve ilk minibüse binip koşa koşa gidiyorum dükkana. Elbette her mal gelişi aynı heyecanı vermiyor. Kimi zaman zaten dükkanda olup da azalan mal kalemleri geliyor. O zaman sadece yerleştirme kısmı var keyifli. Ama kimi zamansa birçok yeni ürün geliyor ve herbirini ilk önce görme, oynama, ihtiyacım olan birşey varsa en güzelini kendime ayırma heyecanları da ekleniyor yeni ürünleri raflara dizme keyfine. Tabii rafları doldururken biran önce boşalması ve dedemin daha çok para kazanması heycanı da eşlik ediyor bu duygularıma. Hiç unutmuyorum bir keresinde kocaman kocaman tam 13 tane koli geliyor Ambarla. İndirdikçe indiriyorlar kamyondan, yığdıkça yığıyorlar dükkanın ortasına adım atacak yer kalmamacasına. Ufak, önemsiz bir olay, garip bir mutluluk gibi de görünse size dışarıdan, o an duyduğum tarifsiz sevincin, içim içime sığmamacasına yaşadığım heycanın tadını, kokusunu unutmama imkan yok bir ömür boyu...

Dükkana mal gelmesi gibi hayallerimi süsleyen birşey daha var. O da dedemle mal almaya gitmek. Malların dükkana gelmesini beklemeden gidip yerinde görmek, aldıklarımızı taşırken dedeme yardım etmek, onun gezdiği gördüğü yerleri, Sirkeciyi,  Cağaloğlunu, Tahtakaleyi öğrenmek istiyorum. Dedem sık sık mal almaya gittikçe ben de uygun bir zaman kollamaya başlıyorum ve yavaş yavaş annemden izin koparmaya çalışıyorum. Dedemin beni götüreceğine eminim nasıl olsa, benim istediğim de onun yapmadığı bişey olmadı ki aksini düşüneyim. Biraz büyüdükçe uygun bir zamanda gidebileceğime karar veriyoruz annem ve dedemle. Uygun bir zamanın gelmesi oldukça uzun sürüyor yalnız. Hem benim okulumun olmadığı bir dönem, hem de dedemin fazla mal almayacağı, dolayısıyla benim de o uzun gün ve yoğun bir tempoya tempoya dayanabileceğim bir sefer beklediğimiz. Ve sonunda benim tam da ortaokula başlayacağım yaz gidiyorum dedemle mal almaya. Sabah 05:30 Efe Tur otubüsüyle başlıyor günümüz. Haremde indikten sonra önce birer simit alıyoruz kahvaltı için sonra da arabalı vapura biniyoruz aceleyle. Vapurun güvertesinde aldığımız simitleri yerken, bir yandan günün ilk ışıklarıyla aydınlanan boğazın güzelliğini izliyorum, bir yandan da çığlık çığlığa uçuşan martılara attığım simitlerin daha denize düşmeden kapılmasına hayret ediyorum. Ve 1940’ların, 1950’lerin İstanbulunu dinliyorum dedemden keyifle, Sultanahmetteki çocukluk anılarını, Çubukludaki askerlik yıllarını, babasının Karaköy Bankalar caddesindeki berberini, Boğaza Tuna nehrinden gelen buzlerı ve daha birçok şeyi anlatıyor sıkılmaksızın. İşte bu güzel anlarda 1990’ların İstanbulunu bile anlamakta zorlanan ben, dedemin yaşadığı İstanbul’da dolaşırken onu tasavvur etmeye çalışırken buluyorum kendimi. Onun da bir zamanlar sokaklarda koşturan bir çocuk olduğunu farkediyorum ve garipsiyorum bir an. Sonraysa hüzünleniyorum hızla akan zamanı farkedip. Bu düşüncelere dalmışken yanaşıyoruz iskeleye. Dedemin elini sıkı sıkıya tutaraktan iniyorum vapurdan ve her daim canlı Eminönü meydanında başlıyoruz akşama kadar sürecek koşuşturmacamıza.

Hızlıca Cağaloğluna doğru çıkıyoruz önce. Sırayla birkaç kitap evine uğrayıp dedemin elindeki listeyi kontrol ederekten aradığımız kitapları soruyoruz. Eğer bulduklarımız varsa, çoğunlukla parasını nakit ödeyip ambara vermelerini istiyoruz ve koşuşturmacamıza devam ediyoruz. Cağaloğlunda işimiz biter bitmez Tahtakaleyi gezmeye başlıyoruz bu sefer. Kırtasiyecilerden oyuncakçılara, deftercilerden çantacılara kadar onlarca dükkana girip çıkıyor. herbirinden birşeyler alıyoruz. Ağır olanların hepsini ambarla yolluyoruz dükkana. Hafif bir iki şeyiyse elimize alıyoruz beraberimizde götürmek üzere. Tüm gün süren bu tempoya öğle vaki ara veriyoruz yarım saatliğine. Sultanahmet köftesiyle doyuruyoruz karnımızı ve günün geri kalanı için güç topluyoruz. Öğle namazını da kıldıktan sonra dedemin hayret ettiğim hızına yetişmeye çalışıyorum akşama kadar. Hava kararmaya yakın, yorgun argın önce arabalı vapura atıyoruz kendimizi tekrardan. Ardından da Efe Tur’un rahat koltuklarında uyuklayaraktan gece 10’a doğru varıyoruz dükkana. İşte hala özlemle anladığım bu günün bir ikincisi olamıyor malesef. Çok geçmeden dükkanın kapanmasıyla mal almaya da gerek kalmıyor, dedemle yaptığımız bu keyifli yolculuğa da...

Bugün bile eski İstanbul dedemin anlattıklarıyla canlanıyor gözümde ve bugün bile dedemle iniyorum Eminönüne her seferinde. Onunla beraber izlediğimiz yolun aynısını izlemeye çalışıyorum kimi zaman. Yada onun gözüyle görmeye çalışıyorum eski İstanbulu sesi kulaklarımda.

Dükkanda olmanın herşeyini seviyor da değildim aslında. Bir şey vardı ki hiç başlamasın, başlamışsa da hemen bitsin istediğim. Saç traşı olmak. Dedemin berber olmasından olsa gerek büyüyüp de koca adam olana kadar berbere gitmeme gerek olmadı hiç. Çoğunlukla dükkanda, kimi zamansa evin balkonunda yada antresinde oturduğum bir tabure üzerinde traş oldum uzun yıllar. Her ne kadar dedemin berberliğinden şikayetçi olmasam da, çoğu zaman 1 saate yakın zaman o taburede oturmak zor gelmiştir hep. Tabii arada dedemin eski manuel traş takımlarına sıkışan saçlarımın verdiği acı da beni traş olmaktan soğutan faktörlerden biri olmuştur. Bir de olay dükkanda geçtiğinde gelen müşterilere rezil olduğum düşüncesi var belli bir yaştan sonra. Hiç hoşuma gitmiyor insanların ortasında üzerimde önlük ve dökülen saçlarla oturmak. Genelde öne eğiyorum başımı yeri seyrediyorum böyle durumlarda. Ama yine de dedeme artık ona traş olmak istemediğimi söylemiyorum hiçbir zaman. Bunca yıl bana en ufak kötü bir söz bile söylememişken onu üzmeye niyetim yok hiç. Zamanla büyüyorum tabii, ben büyüdükçe dedem yaşlanıyor. Artık ona da zor geliyor sanıyorum beni traş etmek. Gözleri de iyi görmemeye başlıyor bir yandan. Kendiliğinden bu çağ da kapanıyor ikimiz için de. Son müşterisi de dedemin, uçuyor yuvadan usulca...

Daha ilkokuldan ticarete atılmama vesile olan da dedemin dükkanı yine. İlkokul 4. Sınıftayım o sıralar. Defterlerin, kitapların, sıraların üzerini renkli yapıştırmalarla süslemek çok moda arkadaşlarım arasında. Ama bu yapıştırmaların bir grubu var ki hemen herkesin gözdesi. Ninja Kaplumbağa çıkartmaları. O sıralar Yüzbaşılar Mahallesindeki Donanma İlkokulunun yakınında kitapçı olmadığından her istediğimizde alamıyoruz yalnız bu yapıştırmaları. Ben de bu soruna çözüm buluyorum hemen. Dedemin dükkanında satıldığını bildiğim çıkartmaları dedem bana 500 liradan veriyor. Ben de onları okulda 1000 liradan satmaya başlıyorum. Tabii o dönem yıllardan 1991, henüz paradan 6 sıfırın atılmadığı, 1 doların 4000 lira, bir markın 2500 lira olduğu dönemler bunlar. 1000-1500 lira da öğrencilerin günlük harçlığı gibi bir para kabaca. Benim için de önemli bir para tabii her satıştan 500 lira kazanmak. Biriktirdiğim dolar ve markları biraz daha arttırmama yardımcı olacak buradan kazandıklarım. Hevesle başlıyorum işe, önceleri çok emin olamadığım için azar azar alıyorum dükkandan. 5 farklı çeşidi var bu çıkartmaların, A’dan E’ye bir seri yani. Ben her birinden 2’şer 3’er tane alıyorum her seferinde. Satıldıkça dedemden tekrar istiyorum. Bir ara öyle oluyor ki tenefüsler yetmemeye başlıyor satışlarıma. Günde 40 çıkartmadan fazla sattığımı biliyorum. Çok geçmedense sınıfta yer gök çıkartma olduğundan bu girişimciliğimin de sonu gelmiş oluyor. Bir dahaki seneyse işleri büyütüyorum. Bu sefer çıkartma çılgınlığı olmadığından, okuldaki kırtasiye pazarına göz dikiyorum. Dükkandan seçtiğim kalem, silgi, kalemtraş gibi en temel ihtiyaçları bir kutuya koyup arkadaşlara satmaya başlıyorum ihtiyaçları oldukça. Bu iş çıkartma işinin heyecanını vermese de bana, yolumu buluyorum ufak ufak. Ve her dükkana gittiğimde Gölcük merkezdeki Bektaşlar dövize götürmesini istiyorum dedemden beni. Biriktirdiğim paraları harcamaya hiç niyetim yok çünkü. 5’er 10’ar da olsa dolar mark alıyorum. Ve bundan büyük keyif duyuyorum o günlerde. Para kazanıp biriktirmek içten gelen birşey sanırım. Yoksa ekmek elden su gölden yaşarken har vurup harman da savurabilirdim kazandıklarımı. Öyle biri olamadım ama hiç. Ne o yıllarda ne de sonrasında.

Dükkandan sana, bugününe ne kaldı diye sorarsanız, bunca güzel anı ve hayat tecrübesinin yanında tek bir şey var aslında. Maddi bir şey o da. Sık sık sağ elimin üzerinde gördüğüm bu yanık izi o günlere dönmeme vesile oluyor hala. Kış günlerinin birinde, ısınmak için kullandığımız, tezgahların arkasında duran katalitik sobanın yanan aleviyle oynuyorum akşam saatlerinde. En sevdiğim şeylerden biri ateşle oynamak o zamanlarda, gerçi şimdi de farklı değil ya neyse. Yanan sobanın alevinden faydalanarak sigara paketlerinin dışındaki şeffaf plastiği eritip top haline getiriyorum ve farklı şekiller vermeye çalışıyorum o soğurken. Bir seferindeyse işler iyi gitmiyor ve yanan erimiş plastik ufacık bir dikkatsizlik sonucu sağ elimin üzerine damlıyor. Müthiş bir acıyla irkiliyorum o an. Ancak suçumu bildiğimden ağlamıyorum bile. Hemen hızlıca tutup elimin üzerinden atıyorum o damlayı. Ancak su topluyor tabii hemen ve acı vermeye devam ediyor. Çok geçmeden iyileşen bu yaradansa geriye izi kalıyor elimde. İşte ufacık da olsa bu iz bana o günleri hatırlatmaya yetiyor.

Dükkanında satış yapmanın yanında iki işe daha yarıyorum aslında. Bunlar dükkanın dışında yapılan işler hem de. Bu işleri yaparken kendimi daha bir adam gibi hissediyorum belki de bu yüzden. Birincisi para bozdurmaya gitmek. Özellikle ilkokul öğrencilerine ıvır zıvır satışımız çok olduğundan sık sık demir paraya ihtiyacımız oluyor. İşte bu ihtiyacı karşılamak da eğer ben dükkandaysam bana düşüyor. Dedemin verdiği çoğunlukla 50000’lik banknotları, ki o dönemin en büyük banknotları bunlar, bozdurup 1000’er lira yaptırmaya çalışıyorum. Genellikle Değirmendere-Gölcük hattında çalışan minibüs ve otobüsler çok işime yarıyor. Onlardan halledemediğimdeyse diğer dükkanlara soruyorum bozukları var mı diye. Bu seferlerin çoğunda bozuklarla dönmeyi başarıyorum dükkana. Diğer işe yaradığım konu ise başka kitapçılara gidip fiyat sormak. Bir nevi ajanlık yani. Bu işten pek hazzetmesem de tanınacağımdan korkup, ara ara gidiyorum farklı farklı ürünlerin fiyatlarını sormaya kimi zaman Dünya, kimi zaman da Karadeniz Kitapevine. Sonra dedem de o fiyatlara göre ayarlıyor satış fiyatlarımızı.

Yılbaşı yaklaştığında yine bir heyecan sarıyor beni. Bu sefer dükkanda satılacak parlak kağıtlı, püsküllü kukuletlararın yapılma heyecanı. Her nedense üretim yapmak daha o zamanlardan çok hoşuma gidiyor. Kendimi işe yarar hissediyorum iyiden iyiye. Genelde bu üretim dedemlerin evinde gerçekleşiyor o yıllarda. Daha çok da dedemle teyzem uğraşıyorlar. Ben de elimden geldiğince yardım ediyorum onlara. Önce kartonlar, parlak kap kağıtları, püsküller, lastikler ve yapıştırıcılar dükkandan getiriliyor. Sonra akşamları hummalı bir çalışma başlıyor evde. Kartonlar kesiliyor, bükülüp kukuleta şekline getiriliyor ve yapıştırılıyor. Yapışkanı kurusun diye içinde bir ağırlıkla yerde beklemeye bırakılıyor. Yapışkanı kuruduktan sonra kırmızı, mavi, yeşil, rengarenk parlak kap kağıtlarıyla kaplanıyor ve püskülleri kap kağıdının birleştiği yeri örtecek şekilde yukarıdan aşağı doğru yapıştırılıyor. En sonundaysa kafaya takıldığında düşmesini engelleyecek lastik kukuletanın iki yanına zımba ile açılan deliklerden geçirilerek bağlanıyor ve kukuletamız satışa hazır hale geliyor. Her sene 30-40 adet yapıyoruz bunlardan hatırladığım kadarıyla. Yapılmalarından ve satılmalarından çok hoşlansam da kullanmaya hiç heves etmiyorum nedense. Hatta “Bunları kim alıp da kafasına koyar ki, ne anlamsız şeyler.” diye de aklımdan geçirmiyor değilim...

Her yılın 1 haftasını da dedemin dükkanında geçiriyorum kesintisiz. Sabah 8-9’dan akşam 9-10’a kadar tamamen kendi isteğim ile çalışıyorum büyük bir zevkle. Okulların açılmasından hemen önceki hafta bu. Okutulacak kitapların, öğrencilere gerekli çanta, defter, kalem, kalem kutusu gibi milyon türlü kırtasiyenin dükkana geldiği, yerleştirildiği ve hızla satılmaya başlandığı zamanlar. İşlerin dükkanda en yoğun olduğu hafta da denebilir yani. İş demek de çalışmak demek, para kazanmak demek, eğlenmek demek benim için o yıllarda. Bu hafta sabahları dedemle gidiyorum genelde dükkana, o kadar erken gitmek istemiyorsam da öğlene doğru minibüslere biniyorum evin önünden. Sabah erkenden Murat 131’imize binip dükkanın yolunu tutuyoruz dedem ve teyzemle. Varır varmaz sabah işleri başlıyor dükkanda. Yerler paspaslanıyor, toz kalkmasın diye dükkanın önüne su serpiliyor, okul çantaları bir bir dışarı çıkartılıp vitrinin üzerindeki çivilere tahta merdiven yardımıyla asılıyor... Genelde 4 kişi oluyoruz bu günlerde dükkanda. Dedem, Teyzem, çırağımız ve ben. Keskin bir iş bölümü yok kimse arasında, herkes her işle uğraşıyor. Para işleri de dahil olmak üzere bana da güveniyorlar her konuda. Yazar kasa fişlerini de ben kesiyorum çoğunlukla. Öğlen olduğunda sevdiğim bir kısım daha başlıyor, öğle yemeği faslı. Dedemle Teyzem genelde evden getirdikleri yemeği yerken sefer tasından bana ne istersem onu söylüyorlar. Genelde Kiremitte köfteyi tercih ediyorum o zamanlarda. En çok onu seviyorum nedense. Yarım gün çalışıp acıktıktan sonra ayrı bir lezzetli geliyor elbette. Ara ara çay söylüyoruz sonra dükkana diafondan. Neyseki diafon takıldı da ikide bir koşup çay söylemekten kurtuldum son yıllarda. Bir de çayın yanına aldığımız simitler var tabii ki dükkanın hemen köşesinde duran camekanlı arabalı simitçiden. Öğlenden sonra ve özellikle akşam üzeri daha da bir artıyor trafik. İş çıkışı anne babalar çocuklarıyla geliyorlar dükkana ihtiyaçlarını karşılamak üzere. Tıklım tıklım oluyor kimi zaman. Her müşteriyle birimiz ilgileniyoruz böyle durumlarda. Ellerinden aldığımız listedeki kitapları raflardan toplayıp, kimi zaman merdiven de kullanarak, kırtasiyeleri tamamlayıp, poşetleyip, tutarı hesaplayıp teslim ediyoruz müşteriye. Kredi kartının daha icat olmadığı bu yıllarda nakit parayı almayı da unutmuyoruz elbette. Para üstü hesaplamada da güveniyorum kendime. Dedem arada bir kontrol etse de hasaplamalarımı, hata yapmadığımı görünce o da rahatça emanet ediyor bana kasayı. Bu gibi günlerde arka taraftaki taburelerimize oturmaya fırsatımız olmuyor hiç, akşama kadar ayaktayız genelde. Ancak saat 8’den 9’dan sonra bitiyor işlerimiz de tutuyoruz evin yolunu. Bu yoğun hafta biterken içimi biraz hüzün biraz da heyecan kaplıyor. Heyecanımın nedeni bir hafta çalışmamın karşılığında dedemin vereceği harçlık. Ben hiç istemesem de mutlaka veriyor harçlığımı son gün eve dönerken. Hüznümün nedeni ise en azından 1 hafta daha sürecek bu yoğun çalışmaya katılmak yerine okula başlayacak olmak. Yanlış anlaşılmasın, okula gitmek değil asıl canımı sıkan, dükkana gidemeyecek olmak...

Başka anılar da var elbette dükkan kapandıktan sonra bile sık sık gözümün önünden geçen, hayalimde canlanan. Dedemin sık sık saçlarımı ıslatıp taraması, limon suyu sürmesi, tezgahın arkasında duran tahtası üzerinde namazını kılması aksatmaksızın, kimi zaman da beraber kılmamız Foto Oskarın arkasındaki ufak odada, annemin ikide bir telefon edip “gel artık geç oldu” demesi ve sonunda benim gönülsüzce eve dönmem, arada dedemin Foto Oskar’ı çağırıp benim yada ikimizin fotoğrafını çektirmesi, arada kardeşimin gelmesi, askerlerin dükkana uğraması ve terhislerinden hemen önce dedemle fotoğraf çektirip hellalleşmeleri, açık kahve rengi Murat 131’imizin dükkanın önünde durması, arada bir kovayla köpük köpük yıkanması...

Resim 5: Dedem ve Askerler...

Son...

Her güzel şeyin olduğu gibi Dedemin Dükkanının da bir sonu oldu malesef. Hem de ben tam daha yeni adam akıllı dükkanda işe yaramaya, daha da çok keyif almaya başlamışken, 12 yaşında geldi bu son. 1994 kışında artık yorulmuştu dedem Selahattin Kaymak. 50 küsür yıllık, hafta içi hafta sonu olmadan, zaman zaman geceli gündüzlü çalışma hayatından sonra biraz da dinlenmek, emeklilik hayatı sürmek onun da hakkıydı şüphesiz. Hem kiracısı olduğu dükkanın ev sahibi de çık çık deyip durmuyor muydu ya. Artık teyzem de evlenmiş, dükkan hepten sadece onun omuzlarına kalmıştı, e yaşı da 70’e dayanmıştı iyiden iyiye. İşte böyle bir zamanda, benim ve dedemin hüzünlü, annemin, teyzemin, ananeminse, dedemin de artık dinlenecek olmasının verdiği huzurlu bakışları arasında kapandı dükkan. Bir iki ayda mallar zararına satıldı, kalanlar eşe dosta ve tabii ki bize dağıtıldı, kepenkler bir daha açılmamak üzere kapatıldı...

İşte dedem için de, benim için de bir devri simgeleyen dükkan bu kadar kolay kapanıvermişti zaman dolunca. Geride coşkulu duygular, huzurlu, heyecanlı, mutlu anılar bırakarak kapanıvermişti. Kapandıktan sonra bile, terhis olmuş askerlerin her bayram attıkları 10’larca kart ve uzun yıllar sık sık gelen hal hatır sorma telefonları bırakarak kapanıvermişti.

En önemlisi de, geride dedemle geçen uzun, unutulmaz zamanlar bırakarak kapanıvermişti...

 

Giray Kömürcü

Kasım 2010 - İstanbul

Selahattin Kaymak 1927-...

1927’de Sultanahmet-Cankurtaranda doğmuştur. 1940’ların başında ailesiyle beraber İzmit’in Değirmendere beldesine taşınmış ve burada yaşamaya başlamışlardır. 1950’de Fatma Özdemir ile evlenmiştir. Kitapçı dükkanını kapattığı 1994 yılından beri Değirmenderedeki evinde eşi ile beraber emeklilik hayatı yaşamaktadır. 2 çocuk, 3 torun sahibidir.

PS: 13 Temmuz 2011 tarihinde dedem Selahattin Kaymak Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Allah Rahmet Eylesin, Mekanı Cennet Olsun İnşallah. Ruhuna Fatiha...

w w w . g i r a y k o m u r c u . n e t

Bu sitede yer alan materyallerin tüm hakları Giray Kömürcü'ye aittir. İzinsiz kullanılamaz.